28 Aralık 2024 Cumartesi

Mükemmellik Kavramı Üzerine


Mükemmellik Kavramı Üzerine

Kusursuzluğun Kusurlu Arayışı ve Geriye Kalan Anlamsızlık

Mükemmellik, insanoğlunun düşünsel ve duygusal serüveninde hep özel bir yer işgal etmiştir. Bu kavram, idealin, kusursuzluğun ve ulaşılamazın bir temsili olarak var olmuş, hem bireysel hem de toplumsal anlamda bir rehber niteliği taşımıştır. Ancak mükemmellik kavramının özü nedir? Kusurlu bir varlık olarak insanın bu kavrama olan ilgisi neyi ifade eder? Dahası, mükemmelliğe erişmek gerçekten arzu edilen bir hedef midir, yoksa varoluşun anlamını öldüren bir yanılsama mı?


Mükemmelliğin Özü

Felsefi açıdan mükemmellik, genellikle tamamlanmışlığı ve ideale erilmiş bir durumu ifade eder. Platon’un idealar dünyası, mükemmelliğin zamansız ve mekânsız bir formunu temsil ederken, Aristoteles mükemmelliği potansiyelin gerçekleşimi olarak tanımlar. Ancak her iki filozof da bu kavramın ulaşılabilirliği konusunda temkinlidir. Çünkü insan, dünyasal sınırlamalar ve kendi kusurluluğu ile bu ideallere ulaşamayacak bir yapıda yaratılmıştır. İnsan aklı bir sınıra sahiptir ve mükemmellik bu sınırın ötesindedir.

Mükemmellik kavramı, bu yüzden, insanın kendi eksiklikleri karşısındaki farkındalığının bir yansımasıdır. Kusurluluğunun bilincindeki insan, mükemmelliğe duyduğu arzuyla, kendini aşma ve daha iyisine ulaşma gayreti içinde olur. Fakat bu gayretin kendisi, insanoğlunun çelişkili doğasını ortaya koyar; çünkü varoluş kusurluluk üzerine inşa edilmiştir.

Kusurlu Varoluşun Dinamiği

Kusurlu bir varlık olan insan, bu kusurluluğunu aşma çabasıyla mükemmelliğe yönelir. Ancak bu çaba, çoğu zaman trajik bir süreç haline gelir. Nietzsche’nin Üstinsan kavramı, bu trajediyi derinlemesine anlamamızı sağlar. Nietzsche, insanın kendi kusurluluğunu kabul ederek onu aşması gerektiğini söyler. Ancak bu aşma çabaları, mükemmelliği bir nihai hedef olarak gördüğümüzde boşa düşer; çünkü kusurluluk olmaksızın insan varoluşu anlamsız hale gelir.
Kusurlar, ihtiyaçları doğurur ve bu ihtiyaçlar ise hayal kurmamıza, yeni şeyler tasarlamamıza ve varoluşumuzu yeniden şekillendirmemize olanak tanır. Kusursuz bir varoluş ise hayaller, arzular ve amaca yönelik çabalar için yer bırakmaz; çünkü gerek yoktur. Mükemmellik, her şeyin sona erdiği bir durumu temsil eder. İşte bu nedenle, mükemmellik arayışında insan kendi anlamını yok etme riski taşır.


Mükemmelliğe Erişmenin Amaçsızlığı

Bir an için mükemmelliğe ulaşıldığını hayal edelim. Bu, tüm hayallerin, arzuların ve hedeflerin sona ermesi ve artık onlara gerek olmayan saf bir durumda olmak anlamına gelir. Mükemmellik, varoluşun bir anlamı kalmadığı tamamen durağan bir durum yaratır. Hayatın dinamiği olan eksiklikler, tatminsizlikler ve bu eksiklikleri doldurma arayışları yok olur. Bu noktada insan, tüm çabalarının boşa çıktığını fark eder. Çünkü ortada çabalayacak bir şey kalmaz ve dolayısıyla da tatmin edilecek bir benlik için de konuşulamaz.
Albert Camus’nün absürd felsefesi, bu durumun ironisini çarpıcı bir şekilde gösterir. Camus’ye göre insan, hayatın anlamını sorgulayan bir varlık olarak anlamsızlıkla yüzleşir. Ancak bu anlamsızlığı kabullenip yaşamaya devam etmek, insanoğlunun asıl zaferidir. Benzer bir şekilde, mükemmelliğe ulaşma hayalinin anlamsızlığını fark etmek ve bu arayışı bir oyun gibi görmek, insanoğlu için gerçek bir özgürleşme olabilir.
Varoluş, içinde acılarla birlikte gelir; bu acılar ise kusurlardır. İnsan hayatı boyunca bu varoluşun yükünü sırtında taşır. Aslında mükemmellik, insanın kendi kusurları karşısında duyduğu bir tepki olarak ortaya çıkar. İnsan kusurlarını kabul etmek istemez ve içten içe onlara sahip olsuğunu bildiği için kendinden tiksinir. Ancak bu tepki, kusurluluğun varoluşun bir parçası olduğu gerçeğini de içerir. Mükemmelliğe ulaşma arzusu, insanı harekete geçiren bir kuvvet olsa da, ulaşıldığı takdirde elde olan her şeyi, taşınan her amacı yok eden bir nihayettir. Bu nedenle mükemmellik arayışının kendisi anlamlı olsa da mükemmelliğe ulaşma amacı yanıltıcıdır.

Son tahlilde ise, insanı insan yapan kusurlarıdır ve mükemmellik bu kusurların yarattığı arayışlardır. Belki de mükemmellik, bir hedef değil, yolculuğun kendisini anlamlandıran bir illüzyondur. Bu şekilde düşünmek, mükemmelliği değil, kusurluluğumuzu kucaklamamızı sağlayabilir. Siz, siz olun mükemmel olmayın, hala hayatınızda bi anlam varken o anlam üzerine yoğunlaşın. Belki de mükemmel düzeyde bir kusura sahipsinizdir, kim bilir? Bunca çelişkinin içinde bir çelişki de bu olsun.

Sonuç olarak kusurluluk, insanın anlam arayışının, yaratıcılığın ve hayallerin kaynağıdır; mükemmellik ise bu dinamikleri boğan bir yanılsamadır. Rüya görmeyi, gerçeğe tercih etmek gibi kusurluyu da mükemmele tercih etmek akıl sağlığı açısından daha doğru olacaktır. Bütün varoluşsal acılarınıza son verebileceğinizi zannedebilirsiniz ama tüm bu sorunları çözdüğünüzde geriye sadece hayalden, amaçtan yoksun tekil anlamsızlıklar kalacaktır. Mükemmelliğin bir ödülü yoktur, sadece arayışının bi sonu vardır.

27 Aralık 2024 Cuma

Astroloji: Yıldızlara Kölelik Akıl ve Özgürlüğe İhanet


Astroloji: Yıldızlara Kölelik Akıl ve Özgürlüğe İhanet



Sadece Hurafeye Dayanan Bir Zincir

Astroloji! İnsan aklının en aşağılık seviyelere yuvarlanmasının bir nişanesi, yıldızlarla kurulan bu hayali köprü, insanın kendi iradesine ve bilincine olan ihanetidir. Hayal edin: Evrenin sonsuz boşluğunda amaçsızca dönen taşlar, gaz kütleleri ve ışık noktaları sizin kariyerinizi, aşk hayatınızı, hatta bugünkü ruh halinizi belirliyor! Bu fikrin ilkel, aşağılık ve utanç verici olmadığını kim söyleyebilir?

Gezegenlerin İnsanı Etkilemesi: Gülünç Bir Varsayım


Astroloji, ilkel çağların korku dolu zihinlerinin bir ürünüydü. Gök gürlediğinde tanrılar öfkeleniyor, bir yıldız kaydığında ölüm kapıdaydı. İnsan, anlayamadığı her şeyi kutsallaştırdı. Oysa artık biliyoruz ki yıldızlar sadece yanıp sönen gaz toplarıdır ve gezegenler, kozmik bir dansın figüranlarıdır. Bu taşların hareketlerinin sizin kişiliğinizi belirlediğine inanmak, kendi iradenizin kısıtlanmasına gönüllü olmak demektir. İnsanlık bu kadar mı çaresiz, bu kadar mı düşüncesiz?

Şu saçmalığa bir bakın: Mars retrograda geçti, o halde bugün tartışmalardan kaçınmalısınız. Peki, Mars’ı bu denli önemli kılan nedir? Onun gökyüzündeki konumu mu? Yoksa kırmızı renginin size ilham verdiği korku mu? Unutmayın ki Mars’ın yerçekimsel etkisi, yanınızdan geçen bir minibüsün etkisinden bile küçüktür. Hayali çizgileriniz, saçmalıklar yaydığınız auralarınız veya gerçekte ne olduğunu bile bilmediğiniz kozmik dalgalarınız, insanın hayatının gidişatını nasıl etkilesin? Yıldızlar ve gezegenler, bir bilim insanının teleskop merceğinde hayranlıkla izlediği kozmik olaylardır; falcıların uyduruk sahne dekorları değil.

Burçlar: İnsan Onuruna Hakaret


Burçların insanları sadece 12 kategoriye ayırması, insanın eşsiz ve karmaşık doğasını aşağılama girişimidir. Sözde "Aslanlar liderdir, Balıklar duygusaldır" gibi klişelerle insan ruhunun derinlikleri anlaşılabilir mi? İnsan, iradesiyle tarihin akışını değiştiren bir varlık iken, bir takvim parçasına indirgenmeyi nasıl kabul edebilir? Bu, insan onurunun bir tokat yemesidir.

Astroloji, bireyin kendini tanıma yolculuğunu baltalar. Gerçek karakterini anlamaya çalışmak yerine, önceden yazılmış basmakalıp cümlelerle kendini tanımlamaya çalışır. "Ben Yengeç burcuyum, o yüzden hassasım" diyerek insan, kendini iradesiz bir makineye dönüştürür. Durum böyle ise astrolojinin, kaderden ne farkı kalır? Bu, hayatı ve evreni estetikleştirme çabasının yanında insanı aşağılamak değil midir? Astroloji, insanı kalıplarını aşamayan bir köle olmaya mahkûm eder. Oysa Nietzsche'nin de dediği gibi: "İnsan, kendi kendini aşan bir varlıktır." Bu derme çakma kalıpları aşamayan, özgürlüğünü gökyüzünde süzülen taşlara tutsak eden, gerçekler söz konusu olduğunda ısrarla kör olan, zaten kullanmadığı mantığını bir kenara bırakan ve beraberinde hem vaktini hem de aklını boşa harcayan bir insan kendini bu denli küçümsemeye nasıl göz yumabilir? Hayatını bu saçma inanç üzerine inşa etmek ve kendi yaşamı üzerindeki, yıldızlardan çok daha fazla şansı olan, kendi yaratabileceği etkiyi böylesine görmezden gelmek, en basiti itibariyle kendi iradesinden ve tercihlerinden vazgeçmek insanın kendisine yaptığı bir hakaret değil midir?

Astroloji, bireyi kendi kaderinin efendisi olmaktan alıkoyar ve onu yıldız haritalarına köle yapar. Bu kölelik sadece bireyi değil, toplumu da esaret altına alır. Astrolojiye inanan bir birey veya topluluk, eleştirel düşünceden ve bilimden uzaklaşarak, hurafelerin karanlık kuyularında debelenir.

Ekonomik Sömürü: İnsanların çaresizliğinden beslenen falcılar, astrolog adıyla dolaşan sözde uzmanlar vb. kişiler yıldız haritası okumak adı altında dolandırıcılığın kapılarını aralar. Bunlara örnek verecek olursak:
  • Astrolojik kitaplar ve rehberler satarak insanların gelecek kaygılarından yararlanarak para kazanıyorlar.
  • Burçlara dayalı "kişisel rehberlik" hizmetleri sunarak, bireyleri düzenli olarak ödeme yapmaya teşvik ediyorlar.
  • Özel astroloji seansları düzenleyerek, insanların sorunlarına "çözüm" vaat edip yüksek ücretler talep ediyorlar.
  • Astroloji uygulamaları ve online servisler aracılığıyla, kullanıcıların kişisel bilgilerini toplayarak, reklam ve ürün satışıyla gelir elde ediyorlar.

Zaman ve Enerji Kaybı:
İnsanlar, günlük burç yorumlarına bakarak vakit öldürürken, hayatlarını gerçekten değiştirebilecek çabaları göz ardı eder. Bunlara örnek olarak:
  • Bireylerin, hayatlarını burç yorumlarına göre şekillendirerek, gerçekçi ve pratik kararlar almaktan uzak durmaları.
  • Astrolojik tavsiyelere dayalı seçimler yaparak, uzun vadede kişisel gelişim veya hedeflerine ulaşmak için harcanması gereken enerjiyi boşa veya yanlış zamanda harcamaları.
  • İnsanların astrolojiyi doğru kararlar almak için bir rehber olarak kullanma amacı altında, bu inanç sistemine duygusal ve düşünsel olarak aşırı bağlı kalmaları.

Bilimden Uzaklaşma ve Cehalet:
 
Astroloji, bilimsel düşüncenin önünde bir engel oluşturur. Bilimin açıklayamadığını kabul etmek yerine, boş ve temelsiz teorilere sığınmayı teşvik eder. Bunlara örnek:
  • Astrolojiyi bilimsel bir gerçeklik olarak kabul edip beraberinde gerçek bilimsel araştırmaların ve eleştirel düşünme becerilerinin gerisinde kalırlar.
  • Astrolojinin temel ilkeleri, bilimsel yöntemle test edilmemiş ve geçerliliği kanıtlanmamıştır, bu da bireylerin bilimsel düşünceden uzaklaşmasına yol açar.
  • İnsanlar, astrolojik yorumlarla karar verirken, bilimsel veriler ve mantıklı çıkarımlar yerine inanç ve duygusal yargılara dayanarak cehalet içinde hareket eder.
  • Astrolojinin popülerleşmesi, insanların doğru bilgi arayışından sapmalarına ve yanlış anlamalarına yol açarak, cehaletin yayılmasına neden olur.


Yıldızlardan Gelen Özgürlük Çağrısı


Astrolojiye inanan birine soruyorum: Gökyüzüne bakıp yıldızların parıltısında kaderinizi mi görüyorsunuz? Oysa gökyüzü, kader değil; insan aklının keşfetmeyi beklediği bir evrendir. Eğer yıldızlar ilginizi çekiyorsa, astronomiyi öğrenin! Evrenin gerçekleri, yıldız falından çok daha büyüleyicidir. Eğer insan davranışları ve kişilik ilgilendiriyorsa, psikolojiye yönelin. Gerçek doğanızı anlamak için felsefeye başvurun. Nietzsche gibi nice düşünürlerin eserleri, yıldız fallarının sığlığına karşı insanın kendi yıldızını yaratma gücünü keşfetmenizi sağlar.

Yıldızlar, insana bir şey söylemek istiyorsa, bu ancak "Beni incele, benden öğren" olabilir. Onlar birer rehber değil, bilgi arayışımızın başlangıcıdır. Evren, her köşesiyle insanı hayrete düşüren bir bilinmezdir. Ancak bu bilinmezi anlayabilmek için bilim gerekir, hurafeler değil. Gezegenlerin hareketlerinden ilham almak istiyorsanız, bunu bilimsel gerçeklerle yapın; hayali güçler aramayı bırakın.

Kendi Kaderinizi Kendiniz Çizin


Astroloji, insanın özgürlüğüne bir zincirdir. Bu zincirleri kırmak, aklın ve bilimin ışığında yürümekle mümkündür. Gezegenlerin yörüngeleri sizin hayatınız için değil, kozmosun kendisi için vardır. Yıldızlara tapınmayı bırakın, kendi yıldızınızı yaratın. İnsan, evrenin kölesi değil; efendisidir.

Nietzsche'nin çığlığıyla sesleniyorum: "Kendi gökkuşağınızı yaratın!" Evren size bir anlam sunmaz, o anlamı siz yaratacaksınız. Astrolojiyi bir kenara atın ve özgürlüğün tadını çıkarın. Yıldızlara bakın, ama onlara köle olmayın; onların ötesine geçin ve gerçek insan potansiyelinin ne olduğunu keşfedin.

--
Eğer yukarılarda bir yerlerde kaderinizin çizildiği bir taş varsa bırakın süzülsün dursun, sizi yansıtan gökler değil zihniniz olsun.
Eğer seçimleriniz boşlukta saklıysa karanlıkta kaybolsun, sizi sınırlayan takımyıldızlar kadar yarattığınız olasılıklar olsun.
Eğer hayatınızı etkileyen bir şey varsa inanç değil bilgi olsun, takip ettiğiniz ışık yıldız değil bilim olsun.
Eğer kimliğinizi belirleyen bir gün varsa o bugün olsun, iradeniz hayali parmaklıklarda tutsaksa uyanın özgür olsun.
--

Tartini'nin Rüyası ve Şeytan'ın Şaheseri

Tartini'nin Rüyası ve Şeytan'ın Şaheseri


'Devil's Trill Sonata' ve Müziğin Estetiği

Giuseppe Tartini'nin 'Devil's Trill Sonata'sı, yalnızca müzikal dehasıyla değil, arkasındaki büyüleyici hikayeyle de klasik müzik dünyasında derin bir iz bırakmıştır. Bu eser, Tartini'nin bir gece gördüğü olağanüstü bir rüya sonucunda ortaya çıkmıştır. Tartini, rüyasında Şeytan'la yaptığı bir anlaşmayı ve Şeytan'ın onun için keman çaldığını görmüştür. İşte bu rüya ve eser arasındaki bağlantı, müzik ve metafizik arasındaki sınırları zorlayan bir hikaye olarak günümüze kadar gelmiştir.


Rüya: Şeytan'la Buluşma

Tartini, otobiyografik yazılarında bir gece gördüğü rüyayı ayrıntılı bir şekilde anlatır. Bu rüyada Tartini ile Şeytan bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaca Şeytan, Tartini'ye hizmet edeceğinin sözünü verir. Tartini, Şeytan'ın ne tür bir müzisyen çıkacağını merak ettiğinden ona keman çalıp çalamayacağını sorar. Şeytan, bir deneyeceğini söyler ve kemanı eline alır. Ardından öyle karmaşık ve büyüleyici bir melodi çalar ki Tartini, duydukları karşısında büyülenir. Şeytan'ın o kadar eşsiz bir şekilde güzel, o kadar üstün bir zevk ve kesinlikle solo çaldığını duydu ki, hayranlıktan nefesini tuttu. Notalar o kadar etkileyici ve sıra dışıdır ki, daha önce böyle bir müzik duymadığını ifade eder ve hayatı boyunca duyduğu veya tasarladığı tüm müzikleri geride bırakır. Rüya boyunca Şeytan'ın çaldığı bu eseri büyük bir dikkatle dinler ve ezberlemeye çalışır. Uyandığında ise büyük bir heyecan ve aceleyle bu melodiyi yazmaya çalışır.

Ancak Tartini, rüyadaki melodinin tamamını hatırlayamaz. Kendi ifadesine göre, rüyada duyduğu melodi, yazıya dökebildiğinden çok daha etkileyicidir ve kendisinin yazdığı notalar Şeytan'ın elinden çıkan melodilerin yanında sönük kalır. Yine de, elinden gelenin en iyisini yaparak 'Devil's Trill Sonata'yı (Violin Sonata in G minor) besteler. Eser, teknik zorlukları ve duygusal derinliğiyle ünlüdür. Özellikle son bölümdeki üçlü trill pasajları, kemancılar için halen büyük bir meydan okuma olarak kabul edilir.


Eserin Teknik ve Duygusal Derinliği

"Devil's Trill Sonata", Barok dönemin teknik zenginliklerini ve duygusal yoğunluğunu bir arada sunar. Eserdeki melodi, Şeytan'ın dansını andıran karanlık ve gizemli bir tını taşırken, aynı zamanda Tartini'nin iç dünyasındaki çalkantıları da yansıtır. Teknik açıdan ise, eserin çalınması büyük bir ustalık gerektirir. Karmaşık trill geçişleri, hızlı tempolar ve ani duygu değişimleri, Tartini'nin Şeytan'ın çaldığını hayal ettiği melodiyi müziğe yansıtma çabası olarak görülebilir. Eser, hem o zamanki hem de şimdiki besteciler için hala çalınması en zor eserlerden biri olarak görülür.

Eserin Felsefi ve Sanatsal Yönü

Tartini'nin 'Devil's Trill Sonata'sı, yalnızca bir müzik eseri değil, aynı zamanda insan zihninin derinliklerine ve bilinçdışıyla olan bağlarına dair felsefi bir yorumdur. Şeytan figürü, sadece dini bir sembol değil, aynı zamanda bilinmeyene olan korku ve hayranlığın bir temsili olarak da düşünülebilir. Rüyadaki Şeytan, Tartini'nin bastırılmış arzularını, mükemmellik arayışını ve sanatsal ilhamını yansıtır. Bu yönüyle eser, insanın yaratıcı sürecindeki çatışmaları, sınırlarını aşma çabasını ve kendini ifade etme arzusunu gözler önüne serer.

Sanatsal açıdan, eser, sembolizm ve estetikle yüklüdür. Şeytan'ın çaldığı melodi, hem karanlık hem de hipnotik bir güzellik taşır. Bu güzellik, bir yandan şeytani bir cazibe olarak, diğer yandan da insan ruhunun derinliklerindeki bilinmeyen ve anlatılamaz olanın bir tezahürü olarak algılanabilir. Tartini'nin keman üzerindeki teknik yenilikleri, esere yalnızca teknik bir üstünlük katmaz, aynı zamanda duyguların en saf ve yoğun şekilde aktarılmasını sağlar. Bu, dinleyiciyi hem melodinin büyüsüne kapılmaya hem de kendi iç dünyasında bir yolculuğa çıkmaya davet eder.

Eser, duygusal anlamda da büyük bir zenginlik sunar. Şeytan'ın büyüleyici melodisi, hem korkuyu hem de hayranlığı aynı anda hissettiren bir paradoks yaratır. Bu paradoks, eseri dinleyenlerin zihinlerinde güçlü bir iz bırakır. Tartini, bu eseriyle insanın bilinçdışındaki kaosun ve düzen arayışının estetik bir anlatımını sunar. Eserdeki her nota, yalnızca bir melodi değil, aynı zamanda bir hikaye, bir duygu ve bir semboldür.


Şeytani bir Estetik

Tartini'nin rüyası, sanat ve yaratıcılığın ilham kaynaklarını sorgulatan bir örnek teşkil eder. Şeytan, genellikle Batı kültüründe kaos, bilinmeyen ve sıradışı olanla ilişkilendirilir. Tartini'nin rüyasında Şeytan'la olan etkileşimi, yaratıcılığın bilinçdışıyla olan ilişkisini gözler önüne serer. Bu şaheser, yalnızca hikayesel bir müzik eseri değil aynı zamanda Şeytan'ın duygularını yansıtması kendini notalar ile anlatması olarak da değerlendirilebilir. Şeytan'ın zihninden dökülen bu anlamlar, Tanrı'ya karşı çıkışın, özgürlük arayışının, tutsaklığın ve isyanın melodisi olabilir; ama bunun yanında bir kabullenişin notaları da kulaklarımıza çalınabilir.

Tartini'nin 'Devil's Trill Sonata'sı, yalnızca karmaşık melodilerden oluşan ve zorluğundan dolayı anılan bir müzik eseri değil, aynı zamanda bir rüyanın ve insan hayal gücünün gücünü temsil eden bir şaheserdir. Tartini'nin Şeytan'la yaptığı bu hayali anlaşma, hem müzik dünyasında hem de metafizik düşüncelerde derin bir iz bırakmıştır. Bu eser, müziğin, insanın bilinçdışıyla olan derin bağını anlamamız için bir pencere açmaya devam ediyor. Müziğin sembolizmi ve duygusal gücü, insanın bilinmeyene olan merakını ve korkusunu anlamlandırma çabasını eşsiz bir şekilde ifade eder.

Müzik, tıpkı bir aynada olduğu gibi, ruhun en derin katmanlarını yansıtarak, hem estetik hem de felsefi bir yolculuğa davet eder; ve belki de en büyük gücü, insanı hem bilinçli hem de bilinçdışı yönleriyle keşfe çıkarmasında yatar.

26 Aralık 2024 Perşembe

Zerkalo: Bir Tartovski Şaheseri

Zerkalo: Bir Tartovski Şaheseri



Tarkovski’nin Zerkalo’sunda Zaman, Bellek ve Varoluşun Aynasında Bir Yolculuk

Andrei Tarkovski'nin 1975 yapımı filmi Zerkalo (Ayna), sinema tarihinin en derin ve en karmaşık eserlerinden biri olarak kabul edilir. Kişisel, sanatsal ve felsefi katmanları bir araya getirerek izleyiciyi hem bir entelektüel hem de duygusal bir yolculuğa çıkarır. Bu yazıda, Zerkalo'yu felsefi ve sanatsal açıdan ele alarak filmin ruhuna nüfuz etmeye çalışacağız.


Biyografik ve Ontolojik Bir Anlatı

Tarkovski, Zerkalo'da kendi hayatından ilham alarak bir nevi otobiyografik bir anlatı sunar. Ancak film, yalnızca yönetmenin kişisel geçmişine dair bir hatırat değildir; aynı zamanda insanın varoluşsal kaygılarına, zaman algısına ve hatıraların doğasına dair evrensel bir sorgulamadır. Filmde parçalanmış bir anlatım yapısı tercih edilmiş, geçmiş, şimdiki zaman ve rüyalar birbirine karışmıştır. Bu yapı, Bergson'un "süre" kavramını andırır; geçmiş ve şimdi ayrılmaz bir bütündür ve insan belleği bu süreklilik içinde anlam kazanır.

Filmdeki parçalı anlatım, felsefi bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, zamanın doğrusal olmadığına dair bir vurgu olarak görülebilir. Heidegger'in varoluş felsefesinde "zaman" kavramı, insanın kendini anlamlandırma sürecinde kritik bir yer tutar. Tarkovski de filmde, bireyin yaşamını anlamlandırma çabasında hatıraların ve geçmişin oynadığı role dikkat çeker. Peki, siz kendi hayatınızda geçmişin izlerini ne kadar sık hissediyorsunuz? Zamanın doğrusal mı yoksa döngüsel mi olduğunu düşünüyorsunuz?


Görsellik ve Poetik Sinema

Tarkovski'nin sinema anlayışı, "poetik sinema" kavramıyla özdeşleşmiştir. Zerkalo, şiirsel bir estetiği tüm hücrelerinde barındırır. Görsel kompozisyonlar, resim sanatından izler taşır; özellikle Andrei Rublev'in ikonalarından ve klasik Avrupa resim sanatından esinlenmeler dikkat çeker. Filmde, Johannes Vermeer'in ünlü "İnci Küpeli Kız" tablosuna açık bir gönderme yapılır. Filmin bir sahnesinde, tablodaki kadına benzeyen bir figür dikkat çeker ve bu, geçmişle sanat arasındaki bağları derinleştirir.

Filmde sıkça kullanılan su, rüzgar ve ateş gibi doğal unsurlar, insanın doğayla olan ilişkisinin derin bir yansımasıdır. Ayrıca, boş sandalye gibi detaylar, insanın yokluğunu ve kaybını simgelerken, perde dizaynları ve onların rüzgarla dalgalanışı belleğin geçici ve kırılgan yapısını temsil eder. Bu imgeler arasında sizde en çok çağrışım uyandıran hangisi olurdu? Boş bir sandalye üzerine düşünmek size ne hissettirir?


Bellek, Zaman ve Varoluş

Zerkalo, belleğin insan yaşamındaki merkezi rolünü vurgular. Tarkovski'nin filmlerinde sıkça işlenen zaman ve bellek kavramları, bu filmde felsefi bir derinlik kazanır. Henri Bergson'un "bellek süreklidir ve geçmiş, şimdiyi şekillendirir" düşüncesi, filmdeki anlatının temel taşlarından biridir. Zamanın doğrusal olmaktan ziyade döngüsel ve parçalı bir yapıya sahip olduğu bu anlatımda, bireyin varoluşu geçmişle olan sürekli diyaloğunda şekillenir.

Kähler, insanın belleğini bir ayna metaforuyla ilişkilendirerek, geçmişin yansımalarının kimlik oluşumundaki önemine vurgu yapar. Zerkalo'da bu metafor, yalnızca bireysel düzeyde değil, kolektif bir ayna işleviyle de sunulur. İzleyici, filmde hem Tarkovski'nin kişisel hatıralarını hem de insanlığın ortak deneyimlerini görür. Bu, filmin evrensel bir bağlamda kolektif hafızayı yansıtma çabasıdır. Sizin için belleğinizdeki en güçlü hatıra nedir? Bu hatıranın sizi nasıl şekillendirdiğini hiç düşündünüz mü?


Annelik ve Kadın Figürü

Filmdeki kadın karakterler, Tarkovski'nin dünyasında merkezi bir yere sahiptir. Annesi Maria'nın hayatındaki etkisi, film boyunca hem güçlü bir nostalji hem de karmaşık bir sevgi-nefret ilişkisi olarak işlenir. Annelik, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda kolektif bir hafızayı temsil eder. Kadın figürleri, zamanın taşıyıcılarıdır; geçmişin hatıralarını ve geleceğin umutlarını kuşaktan kuşağa aktarırlar. Bu bağlamda, annelik olgusu, insanın kökleriyle olan bağını ve geçmişten kopamayışını temsil eder.

Bu açıdan, Zerkalo, Carl Jung'un "kolektif bilinçdışı" kavramını çağrıştırır. Filmdeki semboller ve imgeler, bireysel olduğu kadar evrensel anlamlar taşır. Annelik, yalnızca Tarkovski'nin özel bir deneyimi değil, aynı zamanda insanlığın ortak bir tecrübesidir. Annelik ve çocukluk anıları, sizin yaşamınıza nasıl şekil verdi? Jung'un kolektif bilinçdışı kavramını kendi hayatınızda nasıl deneyimliyorsunuz?


Politik ve Tarihsel Katmanlar

Zerkalo, bireysel bir hikayeyi anlatırken, Sovyetler Birliği'nin tarihine ve politik ortamına da değinir. Ancak Tarkovski, ideolojik bir anlatı sunmak yerine, tarihsel olayları bireyin yaşamındaki yankılarıyla ele alır. Savaş sahneleri, radyodan duyulan politik söylemler ya da toplumsal değişimlerin birey üzerindeki etkisi, tarihsel gerçekliğin kişisel deneyimle nasıl iç içe geçtiğini gösterir.

Tarkovski'nin tarihsel olaylara yaklaşımı, Walter Benjamin'in "tarih felsefesi" ile paralellik gösterir. Benjamin'e göre tarih, doğrusal bir ilerleme değil, geçmiş ve şimdi arasında sürekli bir diyalogdur. Bu düşünce, Zerkalo'da geçmişin asla tam anlamıyla geçmişte kalmadığını, şimdiki zamanın dokusunda sürekli var olduğunu gösterir. Sizce bireyin tarihi olaylarla ilişkisi ne kadar kişisel, ne kadar evrenseldir?


Sonuç: Bir Ayna Olarak Zerkalo

Zerkalo, izleyicisine bir ayna tutar. Bu ayna, yalnızca Tarkovski'nin yaşamını değil, her bireyin kendi varoluşsal sorgulamalarını ve hatıralarını yansıtır. Film, insana "Ben kimim? Nereden geldim?" gibi temel sorular sordurarak onu kendisiyle yüzleşmeye davet eder. Bu nedenle, Tarkovski'nin aynası hem kendisine hem de izleyiciye dönüktür; bu, bir sanatçının en samimi ve en evrensel yaratısıdır.

Sanatın ve felsefenin iç içe geçtiği bu başyapıt, her izleyişte yeni anlamlar sunar ve izleyiciyi yaşamın karmaşıklığını kabullenmeye çağırır. Tarkovski, Zerkalo ile bir filmden çok daha fazlasını yaratmıştır; bu eser, insan ruhunun derinliklerine yapılan bir yolculuk, bir meditasyon ve bir yaşam aynasıdır. Peki siz bu yolculukta kendi yansımanızı bulabildiniz mi?


22 Aralık 2024 Pazar

Özgürlük Miti: İnsanın Kendi Zincirlerine Tapınması

 Özgürlük Miti: İnsanın Kendi Zincirlerine Tapınması

Özgürlük! Ne saçma bir kelime, değil mi? İnsanlar, “özgürlük” diye bağırırken aslında kendilerini daha sıkı bir zincire bağladıklarının farkında değiller. Birbirlerinin afarkı olmayan bu insanlar, ne yazık ki özgürlük fikriyle kendilerini kandırıyorlar. Hayır, özgürlük dediğiniz şey, bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Ve en kötüsühem de zincirlerine daha sıkı sarılmalarına neden oluyor. Nietzsche’nin de dediği gibi, “Özgürlük, bir köle için bir masaldan ibarettir.”
Özgürlük arzusuyla yananlar, kendi kimliklerini bulmak için sağa sola çırpınan ama aslında sadece toplumsal kalıplara daha çok sıkışan zavallılardır. Ne yazık ki, özgtoplumlarının ürettiği sınırların ötesine geçmek değil, o sınırlar içinde en rahat şekilde var olmaktır. Bunu fark etmeyenler, özgürlükten söz edebilir, ama ne yazık bir tür 'toplumsal rıza'ya teslim olmaktan başka bir şey yapmazlar.
Bu kadar basit. Gerçek özgürlük, içinde bulunduğumuz sosyal düzene, geleneklere, dini öğretilere ve her türlü toplumsal baskıya karşı bir başkaldırıdır. Ama çoğöğrettiği o kadar sıkıcı ve demode kuralların dışında, sadece daha “rahat” bir yaşam arayışıdır.
“Özgürlük, kendi arzusunun kölesi olabilmektir”
, diyen bir insagörmek, insanı kahkahalarla güldürür. Hangi özgürlükten bahsediyorsunuz? İnsanın kendi iradesini başkasının iradesine, toplumun isteklerine göre şekillendirme
Ve işte burada Nietzsche’nin tam da bu aptallığı, bu sahte özgürlük anlayışını yerden yere vurduğunu görebiliriz.
Özgürlük, başkalarının fikirlerinden ve normsahip olabilmektir!
Fakat insanların çoğu, bu cesareti göstermek yerine, bir “özgürlük” maskesi takıp toplumun kanallarında yüzmeyi tercih eder. Sonra da kalkaözgürlük manifestolarının arkasına sığınır. Ah, ne komik bir çelişki!
Toplum, özgürlük peşinden koşan bir sürü insanla dolu; ama hepsi, toplumun ve normların onlar için diktiği elbiseyi giymekten başka bir şey yapmıyor. Hadi gelinmaskaraları daha fazla alkışlamayalım. Çünkü Nietzsche'nin dediği gibi,
“Çok az insan vardır, gerçekten özgürdür. Geri kalanlar, birer kurban ve köledir.”
Özgürlük, bir özlem değil, bir yükümlülüktür. Gerçekten özgür olmak, bir yığın pranga ve kuralı reddetmek, hayatı bir meydan okuma olarak kabul etmek ve tümdemektir. Ama gelin görün ki, özgürlüğün peşinden koşan bu ahmaklar, gerçek özgürlüğü değil, sadece köleliklerinin biraz daha “rahat” olmasını isterler. O yüzdebir şey değildir. O kadar çok bağlanmışsınız ki, zincirlerinizi fark etmiyorsunuz bile.

Bir Başka Hayat: Önceden Yazılmış, Seninle Büyütülmüş

 


Bir Başka Hayat: Önceden Yazılmış, Seninle Büyütülmüş

- Doğumdan beş dakika sonra ismine,diline,milletine ve mezhebine karar verirler ve ömrünün geri kalanını seçmediğin şeyleri savunarak geçirirsin. - Arthur Schopenhauer

Ah, gerçekten insanın hayatı üzerinde büyük bir etkisi olduğunu mu sanıyorsunuz? Ne kadar tatlı, ne kadar naif bir düşünce. “Ben” dediğiniz o şeyin, doğumdan bir ismi, dilini, milletini ve mezhebi olacağı gerçeğini kabul etmiyorsanız, o zaman gerçekten neyleyip neyi savunuyor olduğunuzu sorgulamanız gerekiyor. Çünküüzerinde etkisi dediğiniz o 'güç', ne yazık ki büyük bir yalandan ibaret.
Düşünün; gözlerin henüz dünyayı fark etmeye başlamamışken, birileri öylece karar veriyor. İsim verirken bile seni tanımadıkları, kim olduğunu bilmedikleri halde,senin buna itiraz etme hakkın yok! Hayır, çünkü doğduğunda, 'sen' denen o zavallı yaratık zaten acizliğine mahkum edilmişti. İster kabul et, ister etme, senin bu dsorgulamadan edemeyeceksin.
İçinde bulundukça toplum denen büyük yığınla, kendini bir birey olarak tanımlayabilmen ne kadar mümkün olabilir ki? Toplumun “benim!” dediği her şeyin, seningerek. Sen, yalnızca bir çark gibisin. Çarkın dişlerinden birinin eksik olduğunu düşleyebilirsin belki ama bu hayalini kimse ciddiye almaz. O diş eksikliği, bir başkasdeğişir? Bir hiç! Toplum, senin ya da benim gibi minik noktaların ne denli küçük olduğunu, bizi birer düşünce, fikir ya da eylem olarak gördüğü sürece hep görme
Daha doğar doğmaz, sana verilmiş olan her şeyle bu dünyada şekillendiriliyorsun. Kendini bulmaya çalıştıkça, sana verilen bu etiketler seni dört bir yandan sarıyoyaklaşan toplumun, seni öylece bir yere koymaya zorlaması, seni o kadar etkisiz kılıyor ki, “ben” dediğin şey, tüm bu sistemdeki bir “parça” olmaktan başka bir şeolmaktan öte bir anlam taşır mı? Olamaz.
Fakat bütün bu “kendilik” oyununu oynamaya çalışan insanlar, birer kukla gibi sadece toplumun düzenini ve etkisini kabul ederler. Evet, birinin kimliği, neyi savunhepsi toplum tarafından programlanmıştır. Ve o kişi, her zaman doğduğunda verilen o kimlik üzerinden şekillendirilen düşünceleriyle karşı durması gerektiğini bi
Kendilik ve özgürlük mü? Ah, daha fazla gülünç bir iddia olamaz! İnsan, ne kadar sorgulasa da, içinde doğduğu toplumun ona verdiği değer ve kimlik ile varlığını tde kabul etmek zorundasınız: Senin yaşadığın "hayat", toplumun seni ne kadar kabul ettiğiyle ilişkilidir. Toplumun içinde bir çark olmanın ötesine geçebilir misin? gereksiz etiketler, seni bir kutuya tıkıp ondan dışarı çıkmanı engeller. Kendini farklı hissetsen bile, seni başka insanlar tarafından fark edilecek kadar önemli biri olÇünkü varlık, özgürlük değil, bu sonsuz döngüdeki küçük bir yerden ibarettir.
Ve ne yazık ki insanın varlığının, büyük bir toplum karşısında etkisinin ne kadar “ufak” olduğunu göremeyenler, hayatlarını her zaman başkalarının belirlediği sınırlabüyük laflar etmek ne kadar anlamlı ki? İnsan, toplumun düşüncelerinden bağımsız bir varlık mıdır? Elbette hayır! Herhangi bir birey, kendini tanımlayabilme ve gyalnızca, toplumun ona ne kadar izin verdiği ölçüde var olabilir.
Ne yazık ki, bu dünyada gerçek anlamda bir birey olabilmek, bir hayalet gibi yaşamak zorunda kalmaktan başka bir şey değildir. Toplumun sana verdiği kimliği sohayatının ne kadar “seçim” dolu olduğunu sanırsan, sana her şeyin sadece bir yalan olduğunu söylemek istiyorum.

Çelişkilerle Dolu Bir "Ben"

Ah, buraya kadar geldik. Her şey, 'ben' dediğim o varlık üzerinde düşündükçe, hiç de anlamlı gelmeye başlıyor. Burada yazdığım her kelime, düşündüğüm her dühepsi mi gerçekten benim? Ve tüm bunları, toplumun, çevremin, dünyadaki her şeyin bana yerleştirdiği bir model üzerinden mi yapıyorum? Elbette öyle!
İçimdeki bu "ben", kendisini ne kadar özgür hissetse de, aslında varlık olarak kölesidir. Düşüncelerimin kölesiyim, çünkü bu düşünceler bana ait olamaz! “Ben” debaşkalarının bana dikte ettiği düşüncelerin bir birleşimi. Herhangi birinin varlık üzerine söylediği her şeyi içselleştirdiğimi ve “doğru” kabul ettiğimi fark ettiğimdedüşündüğüm her şeyin – ya da zannettiğim her şeyin – aslında bir yansıma olduğunun, sadece bir oyun olduğunu kabullenmek zorunda kalıyorum.
Beni "ben" yapan düşüncelerim, yaşamım, etrafımda gördüklerim, duyduklarım; bir başkasının yerleştirdiği, bana öğretilen, büyük ölçüde bilinçli ya da bilinçsizceKendi kendime sorgulama, kendime duyduğum şüphe, her şey - gerçekte "ben" dediğim varlıkla hiçbir şekilde bağlantılı değil. Çünkü, sorgulamak da o kadar "toulaşmamın ve onu burada paylaşmamın bile başkalarının etkisiyle olduğunun farkına varmam gerekiyor. O zaman... Bu düşündüğüm şeyleri savunarak, toplumuçalışmak ne kadar anlamlı?
İşte burada paradoks başlıyor: Bu düşünceler bana ait değilken, sahip olduğum her şey - 'ben' dediğim her şey - aslında başkalarının yerleştirdiği bir yapı. Toplumdoğrular ve yanlışlar, neyi sevip neyi sevmediğime dair dayatmalar… Her biri, birer etiket gibi üzerimdeki yerini almış. Bu kadar iç içe geçmiş ve bir o kadar çelişkisavruluyor, ama yine de kendimi ‘ben’ olarak hissediyorum.
Ve aslında en komik ve acı olan şey şu: Bu sorgulamanın içindeki her şey – düşüncelerim, içsel çelişkilerim, sorgulamalarım – bana ait değil. Bunlar, toplumsal birinsanların ve her şeyin bana yerleştirdiği, içime kazındığı şeyler. Gerçekten de “ben” diyebileceğim bir şey var mı? Ya da “ben” olarak düşündüğüm, bu kısıtlanmıseçimlerinin meyvesi mi?
Şimdi ise bana sorulsa, içimden gelen düşünceleri sorgulamak, bu düşüncelerin “doğru” olup olmadığını değerlendirmek ne kadar
gerçekten
benim üzerime düsorgulamayı yapmamı sağlayan, aslında başka bir toplumsal etki değil mi? "Ben" olarak düşündüğüm her şey, hiç de benim içsel varlığımın özgürlüğüyle ilgili değyaptırıyor. Kendimi sorgularken, aslında kendimi hiç sorgulamıyorum.
Ve bu gerçeği kabul etmek, her şeyin temelden çürümüş olduğunun farkına varmak, en korkunç olanı: Hangi düşünceyi savunursam savunayım, hangi gerçeği fbile "toplum" tarafından yerleştirilmiş ve içime kazandırılmış bir şablonun parçasıdır. Sonuç olarak, bir varlık olarak “ben”, tüm bu çelişkiler içinde ne kadar anlamlyönlendirdiği yolda; her düşüncem, bir başkasının elinden çıkmış bir ürün olarak…
Peki o zaman sorarım: Kim olduğunu düşünen bu "ben", gerçekten kendini tanıyabilir mi? Ya da gerçekten kendi yolunda yürüyebilir mi? Belki de bu yalnızca bir aldanışımız.

Masallar ve Gerçekler: Bilimin Karşısında Adem ve Havva

 


Masallar ve Gerçekler: Bilimin Karşısında Adem ve Havva


Kovulma hikayesi ve Evrim

Evrim ve din, yüzyıllardır süregelen tartışmanın merkezinde yer alıyor. Ancak bu iki alan arasında "tartışma" demek, bilimsel gerçeklerin ağırlığını küçümsemek olbir gerçektir; din ise bu gerçeğin karşısında romantik bir masaldan ibarettir. Adem ve Havva hikayesinin, evrim gerçeği karşısında nasıl bir anlam yitirdiğini ve bilimkatlanamayacağımızı tartışacağız.

Evrim: Bilimsel Gerçeklerin Kesin Zaferi

Evrim teorisi, yaşayan tüm canlıların ortak bir atadan geldiğini ve zamanla çevresel faktörlerin etkisiyle çeşitlendiğini öne sürer. Darwin'in "Doğal Seçilim" kavramkayıtları, genetik analizler ve jeolojik bulgular, evrim teorisini çürütülemez bir gerçek olarak desteklemektedir. İnkâr edenlere soruyoruz: Fosillerden mi korkuyorsıkıyor? Yoksa, gerçeklerle yüzleşmenin ağırlığını mı taşıyamıyorsunuz?
İnsanoğlunun evrimsel öyküsü, hayali bir bahçede yasak meyve yiyen iki kişinin masalına indirgenemez. Homo sapiens'in tarih sahnesine çıkışı, milyonlarca yıllık Afrika'daki ortak atalarımızdan bugüne gelen bu süreç, hayal gücüne dayalı masalları gölgede bırakır.

Adem ve Havva: Mitin Çöküşü

Adem ve Havva hikayesi, insanlığın Tanrı tarafından yaratıldığını ve "kusursuz" bir bahçeden kovulduğunu iddia eder. Bu hikaye, insanlığın "günahkârlığı" gibi tamteolojik yapılar inşa etmiştir. Ancak, genetik bilim açıkça gösteriyor ki, insanlık tek bir çift atadan değil, binlerce bireyden oluşan bir popülasyondan türemiştir. Geciddiye almak akıl almaz bir dirençtir.
Adem ve Havva'yı tarihsel figürler olarak kabul etmeyi sürdürmek, sadece bilime sırt çevirmek değil, aynı zamanda mantığa da ihanet etmektir. "Ama bu bir semsormak lazım: Sembolizminiz neden bilimle uyumsuz? Neden gerçekler karşısında bu kadar küçülüyorsunuz?

Bilimi Reddedenlerin Saçmalığı

Bilimi reddetmek, insanlığın bilgi birikimine doğrudan bir hakarettir. "Evrim sadece bir teori" diyenlere bir hatırlatma: "Teori" bilimde, evrensel geçerliliği olan, defdemektir. Bu kelimeyi yanlış kullanarak bilimi itibarsızlaştırmaya çalışanların, cehaletlerini bu kadar cömertçe sergilemeleri ironiktir.
Evrimi reddedenler genellikle duygusal veya dogmatik motivasyonlarla hareket eder. Bu, gerçeği reddetmenin bahanelerle süslenmiş bir biçimidir. "İnancım bungerçekleri değiştiremeyeceğini hatırlatmak gerekiyor. Dünya sizin masallarınızla dönmüyor; bilim gerçekleriyle dönüyor.

Gerçeklerin Zaferi

Adem ve Havva hikayesi, evrimsel gerçekler karşısında çökmüştür. Ancak bu, dini inancın tamamen geçersiz kılınması anlamına gelmez; yalnızca masalları gerçeanlamına gelir. Evrimsel biyoloji, tüm canlıların ortak bir tarihinin olduğunu, bu tarihin zamanla değişim ve uyum üzerine inşa edildiğini açıkça ortaya koyar. Eğer iyüzleşmekten neden bu kadar korkuyorsunuz?

Sonuç: Bilim ve Mantığın Çağrısı

Adem ve Havva hikayesi, evrim teorisiyle uyuşmadığı için tarihsel bir olay olmaktan çok, metaforik bir masal olarak kabul edilmelidir. Bilim, romantik masallarınızsadece cahilliğinizi sergilemek olur. Evrim teorisi, insanoğlunun gerçeğiyle yüzleşmek için bir kapıdır. O kapıyı kapatmayı seçenler, yalnızca kendi karanlıklarında k
Gerçeklere sırt dönmeyin. Evrimi kabul edin, masalları terk edin ve bilimin ışığında yürüyün. Çünkü insanlık ancak bu şekilde ilerleyebilir.

Tanrı Olmak?

Nasıl Tanrı oluruz hiç düşündünüz mü? 


Evrim teorisi günümüzün en ateşli tartışmalara sebep olan teorilerindendir. Halen tartışılmasına rağmen ders kitaplarında kısmen yer alır. Coğrafya dersinde ilk insanları, neandertalleri, sonraki biyoloji dersinde hücresel evrimi, cins ve türlerin kökenlerini, en son din dersinde de Havva ile Adem’i öğrenip evlerimize dağılırız. Sonra tüm bunlardan sorumlu olup sınavlarına gireriz. Bu kadar tartışmalı bir konuya girmeyeceğim. Varsayımlar üzerinden gidip hiç kimsenin yazıp çizmediği, tartışmadığı bir şeyi sorgulayacağım…
Evrim teorisi diye bir şey yoksa anti tezin ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Havva ile Adem. İnsanlığın kökeni cennetten kovulmuş bu iki melek oluyor. Aslında melek iken bu özellikleri de ellerinden alınıyor. Çünkü bilgelik elmasından yiyip gözü açılan hiçbir varlık melek olamaz. Sonra tüm dünya onların soyundan ürüyor. Peki sonra ne oluyor… Tüm insanlık yaşayacağını yaşıyor ve kıyamet sonrası tanrının huzurunda hesap veriyor. Buradaki tanrı her şeyi yaratan tanrı oluyor. Evrim teorisi yalansa tanrı tanımlamamız bu şekilde olmak zorunda zaten. Hepimiz bu kısmı biliyoruz. Evrimin olmadığı evrenimiz bu.
Evrim teorisi gerçekse evrenimiz nasıl olur bunu kimse tartışmıyor. Hepimiz evrim gerçekse kökenimizin nasıl süreçlerden geçerek bu günlere geldiğini biliyoruz. Peki aynı evrim teorisi yoksa da olduğu gibi bundan sonrasını neden düşünmüyoruz? Evrim teorisi gerçekse varsayımı altında evrimin asla durmayacağı çıkarımını yaparız. Evrim önce canlılığı, sonra bilinci yaratmıştır bilginin aktarımı için evrim mantailetsinde. Peki evrimin geleceği nedir?
Kilit soru bu. Kimse evrimin evrimini ya da evrenin evrimini tartışmıyor. Biyolojik evrimde takılıp kaldık. Oysa evrim varsa bu tüm evren için geçerlidir. Yani tüm evrende bizden başka canlılar olabilir. Bu canlılar da evrime tabidir. Sadece biyolojik değil bilincin evrimine de. Çünkü bilgi kümülatif ilerliyor.
Bunun sonucunda bizden daha eski dış uygarlıkların bilinç evrimleri daha da gelişmiş olacaktır. Bizim bilinç evrimimiz alet kullanmakta günümüzde atomu parçalamaya kadar geldi. Bundan sonra duracak mı peki? Hayır. Maddeye hükmetmeye başladık. Bundan sonrası maddeyi yaratmaktır. Bu da olduğunda aslında evrene hükmetmenin bilimsel yolları açılacak. O zaman bizden başka uygarlıkların bunu çok daha önceleri yapmış olabileceğini düşünmek pek de ütopya olamaz. Eğer maddeye hükmetmeyi başarmış, maddeden kurtulabilmiş uygarlıklar varsa tüm evren avuçlarının içinde olacaktır çünkü enerji maddenin üzerindedir. Tanrı dediğimiz kavram evrene hükmetmeyle açıklanırsa o zaman evrenin hükümdarları maddenin hükümdarları olacaklardır. Belki de henüz bu teknolojiye ulaşan olmadı, biz olacağız.
Kısacası evrimin gideceği son nokta tanrı olmaktır. Evrim teorisi yalan ikenki tanrı kavramını biliyorduk. Evrim teorisi gerçekkenki tanrı kavramı da kaçınılmaz olarak böyle bir tanrı anlayışını gösteriyor.
-- --
Not: Burada kullanılan tanrı kelimesi kavramsaldır, dini değil. O nedenle özellikle tanrının özel isimlerini kullanmaktan kaçındım. Tanrıyı sözlük anlamı olarak yorumlayın.
-- --

Bilinmeyene Yolculuk - Merak

 


Bilinmeyene Yolculuk

Merak Nedir?

Gözlerimizi açtığımız andan itibaren içimizde bir yerlerde var olan merak duygusu, insanlığın bilgiye olan arzusunu şekillendiren güçlü bir itici kuvvet haline gelir. Merak, bizi bilinmeyenin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkaran bir pusula gibidir. Keşif ve öğrenme isteğini körükler. Hayatın içindeki sırları çözmek, gizemlerle yüzleşmek ve yeni anlamlar keşfetmek için merak, insan ruhunun temel bir özelliğidir.
Her birimiz, bilmediğimiz şeylere karşı farklı farklı meraklarla donanmışızdır. Çocukluk yıllarında dünyayı keşfetme arzusu, evrende başka yaşam formları olup olmadığı sorgusu, dini ögelerin ve anlatıların gerçekliği veya bilimsel konulara duyulan ilgi gibi birçok farklı türde merak bulunabilir. Bu merak, öğrenme sürecinin temel taşıdır ve bize yeni deneyimler kazandırarak kişisel gelişimimize katkıda bulunur.
Merak sadece bireylerin değil, aynı zamanda toplumların da gelişimine katkıda bulunur. Bilimsel buluşlar, teknolojik ilerlemeler, sanatsal evrimler bu duruma örnek olarak verilebilir ve böylesine gelişmeler her alanda mevcuttur. Bu örneklere bakarak insanların algı sınırlarını genişleten merakın, toplumsal bir güç olarak ta nasıl etkili olduğunu görebiliriz. Merak, her geçen gün insanlığı daha yüksek bir anlayış seviyesine taşıyan önemli ve gerekli bir özelliktir.
Ancak merak her zaman pozitif sonuçlar doğurmaz. Yanlış kullanıldığında aşırı derecede merak kötü sonuçlara neden olabilir. Gizliliğe saygı göstermeme, başkalarının özel alanlarına müdahale etme ve gereksiz riske atılma gibi durumlar merakın olumsuz etkileridir. Bu yüzden bu merak duygusunu etik sınırlar çerçevesinde kontrol etmek ve olumlu şekilde yönlendirmek önemlidir.
Sonuç olarak merak, insanlık için vazgeçilmez derecede önem taşıyan bir kavramdır. Çevredeki her şeye duyulan bu doğal ve dürtüsel ilgi, bizi daha derin düşünmeye, daha fazla öğrenmeye ve daha büyük bir anlam arayışına yönelik sorgulara teşvik eder. Merak, bilgiyle beslenen bir alev gibidir ve bu alev, insanlığın sürekli olarak ileriye gitmesini sağlayan bir enerji kaynağıdır.

Zeka ve Yaratıcılık


 Zeka ve Yaratıcılık


Zeka ve Yaratıcılık arasında bir ilişki var mıdır?


Zeka Nedir?



Zeka, bir bireyin düşünme, anlama, öğrenme, problem çözme ve akıl yürütme yeteneklerini ifade eder. Genellikle bir kişinin bilişsel kapasitesini, bilgiyi işleme becerisini ve tartışma yapma yeteneğini kapsar. Ancak, zeka sadece bilgi ve akademik başarı değil, aynı zamanda pratik zekayı da kapsayan bir kavramdır.
Zeka kavramı birçok farklı alanı içeren çok yönlü bir yetenektir. Matematiksel ve mantıksal düşünme, dil becerileri, yaratıcılık, müzikal beceriler, problem çözme yetenekleri, sosyal ve duygusal zeka gibi çeşitli bileşenleri vardır. Herkesin zekası kendine özgüdür ve farklı alanlarda farklı düzeylerde belirlenebilir.
Zeka yeteneği, genetik faktörler başta olmak üzere çevresel etkileşimler, eğitim, deneyimler ve öğrenme süreçleriyle de şekillenir. Her bireyin zekası farklı bir işleyişe sahip olduğu için, herkesin birbirinden farklı güçlü ve zayıf yönleri vardır. Kimi insanlar sayısal zekalarıyla öne çıkarken, kimileri dil ve iletişim becerileriyle mükemmel olabilir. Bu zekanın kendi içinde ne kadar çeşitli olabildiğine ve insanın ne kadar değişken bir varlık olabildiğine bir örnektir.
Zeka konusu, felsefi, psikolojik ve nörolojik açılardan da incelenmiştir. Albert Einstein, Leonardo da Vinci, Nikola Tesla, BobbyFischer, Garry Kasparov, Stephen Hawking ve Isaac Newton gibi büyük zeka örnekleriyle tanınan birçok insanın zekası üzerinde yapılan araştırmalar, bu alanda daha fazla bilgi sahibi olmamıza yardımcı olmuştur.
Sonuç olarak zeka, bireylerin düşünme ve öğrenme yeteneklerini ifade eden çok yönlü değişken bir kavramdır. Herkesin farklı bir zeka potansiyeli ve anlayışı vardır. Bu potansiyeli geliştirmek ve anlayışı dizayn etmek yaşam boyu süren bir süreçtir. Zeka, birçok bileşeni içeren çok yönlü bir olgudur ve tamamen kişiye özeldir.

Yaratıcılık Nedir?



Yaratıcılık, genel olarak kabul gören açıklaması ile yeni ve orijinal fikirlerin üretilmesi, problemlerin farklı şekillerde çözülmesi ve özgün eserlerin yaratılması yeteneğidir. Bu yetenek de tıpkı zeka gibi insanlar arasında büyük bir çeşitlilik gösterir ve birçok farklı alanda kendini gösterebilir. Yaratıcılık, sanat, bilim, teknoloji, yazı, müzik ve daha pek çok alanda kendini gösteren bir kavramdır.
Yaratıcılık yeteneği, sıradanın dışına çıkabilme, alışılmış kalıpları kırabilme ve farklı düşünme becerisi gerektirir. Yaratıcılığa sahip olan insanlar, sorunları farklı bir perspektiften ele alır ve yeni çözümler üretmek için geleneksel düşünce tarzlarından sıyrılırlar. Bu şekilde hayal güçlerini kullanarak farklı bağlantılar kurabilir, yeni fikirler ortaya çıkarabilir ve yenilikçi çözümler sunabilirler.
Kişinin yaratıcılığı birçok faktörden etkilenir. Örneğin bireyin hayal gücü, zihnini kullanma becerisi ve zengin iç dünyası. Hayal gücü gelişmiş olan insanlar, görünmeyeni görebilme yeteneğine sahiptirler ve bunu yaratıcı süreçlerde kullanabilirler. Başka bir örnek olarak bilgi ve deneyim birikimini de verebiliriz. Bunlar yaratıcılığın temelini oluştur. İnsanlar bilgi ve deneyimlerini, yeni fikirlerin üretilmesi ve özgün eserlerin yaratılması için referans olarak kullanabilirler.
Yaratıcı olmak için bazen risk almak da gerektir. Yeni fikirler ve bilgileri ortaya çıkarırken bazen başarısız olma riskini ele almak, kabul etmek gerekebilir. Bununla beraber başarısız da olunsa yaratıcı insanlar, hatalarından ders çıkarır ve deneyimlerini analiz edip daha iyi sonuçlar elde edebilirler.
Yaratıcılık kavramının önemi ve ona duyulan ihtiyaç günümüz dünyasında her geçen gün giderek artmaktadır. Değişen dünya ve hızla ilerleyen teknoloji, yeni ve yenilikçi fikirlere ihtiyaç duyulmaktadır. Yaratıcı düşünce, yeni problemleri çözmede, ilham verici eserler yaratmada ve toplumun gelişimine katkıda bulunmada büyük bir rol oynar.
Sonuç olarak yaratıcılık, farklı ve orijinal fikirlerin üretilmesi, problemlerin çeşitli şekillerde çözülmesi ve özgün içerikli eserlerin yaratılmasını sağlayan bir yetenektir. Yaratıcı insanlar, hayal güçlerini kullanarak farklı bağlantılar kurar ve yenilikçi çözümler sunar. Bu beceri bilgi, deneyim, risk alma ve hayal gücünün birleşimiyle kendi içinde gelişir. Yaratıcılık her alanda önemli bir yere sahiptir ve insanlığın gelişimi ve ilerlemesi için herkes tarafından muhtaç olunan bir yetenektir.

Zeka ve Yaratıcılık Arasında Bir İlişki Var mıdır?


Zeka ve yaratıcılık arasında oldukça yakın bir ilişki bulunmaktadır. Zeka ve yaratıcılık, bireyin bilişsel yetenekleri ve düşünsel kapasitesiyle ilgilidir. Ancak zeka ve yaratıcılık farklı alanları temsil eder ve farklı yetenekleri içerir.
Zeka, genellikle daha bilişsel ve analitik bir yetenek olarak tanımlanır. Matematiksel ve mantıksal düşünme, dil becerileri ve problem çözme yetenekleri gibi alanlarda ön plana çıkar. Zekası yüksek olan insanlar, hızlı düşünme, problem çözme ve bilgiyi kavrama becerisi konusunda avantajlıdır. Yeterince zeki olan bir kişi, verilen bir problemi çözerken hızlı bir şekilde analitik düşünme yeteneğini kullanarak sonuca daha kolay ulaşabilir.
Yaratıcılık ise daha özgün ve orijinal şeylerin ortaya atılması, farklı perspektiflerden bakma ve alışılmışın dışında çözüm yolları bulma yeteneğidir. Yaratıcı insanlar, hayal güçleri ve karmaşık zihinleri ile farklı bağlantılar kurabilir ve bu bağlantılardan ortaya çıkan sonuçlarla yenilikçi çözümler sunabilirler. Yaratıcı insanlar, eleştirel düşünme ve risk alma yetenekleri sayesinde sınırları zorlayabilir ve yeni keşifler yapabilirler.
Zeka ve yaratıcılık arasındaki ilişki, zekanın yaratıcılığın temel bir bileşeni olduğunu gösterir. Zekası yüksek olan insanlar, genellikle daha esnek ve farklı düşünebilme yeteneğine sahiptir. Ancak yaratıcılık sadece zekaya dayanmaz. Yaratıcılık; hayal gücü, bağlantı kurma becerisi, deneyim birikimlerinden referans alma gibi faktörleri de içerir. Dolayısıyla zeka yaratıcılığın temelini oluşturabilir ancak yaratıcılık zekadan daha geniş bir kavramdır.
Zeka ve yaratıcılık arasındaki en büyük farklardan birisi de ölçülebilirliktir. Zekayı - her ne kadar tamamen kesin ve kabul edilebilir bir sonuç vermese de- IQ (İntelligenceQuotient) testi dediğimiz çeşitli uygulamalarla, alanına göre seviyesini ve kapasitesini matematiksel olarak hesaplayıp işlevsellik katsayısını ölçebiliyoruz. Ancak yaratıcılık için bu söz konusu değildir. Çünkü yaratıcılık ve üretkenlik tamamen kişinin kendisine ve hayal gücüne bağlıdır.
Ama bunların beraberindezeka ve yaratıcılık birbirini tamamlayan yeteneklerdir. Yüksek zekaya sahip olan bir kişi daha hızlı ve daha analitik düşünebilirken, yaratıcı düşünme yeteneği sayesinde yeni fikirler üretebilir. Yaratıcı düşünen bir insan, hayal gücü ve farklı perspektiflerle problemleri çözerken, zekasını kullanarak daha etkili ve hızlı çözümler üretebilir. Her ne kadar bu iki kavramı birbirinden ayrı tutsak da işin özünde bu iki kavram yine birbiriyle yoluna devam edecektir.
Sonuç olarak, zeka ve yaratıcılık arasında güçlü bir ilişki vardır. Zeka ve yaratıcılık birlikte çalışarak bireyin düşünsel kapasitesini ve bilişsel yeteneklerini birbiriyle tamamlar.

Normlar üzerine


Normlar Üzerine:

Normallik Abartılmış Bir Kavramdır

Bence çoğu insan çoğu şeyi heyecanlı, güvende ya da mutlu hissetmek adına yapmıyor.
Bence çoğu insan, çoğu şeyi normal hissetmek için yapıyor. Çevremizdekilere benzer davranmak için bu tuhaf ve güçlü dürtüye sahibiz. Çiftçiler etrafında yaşıyorsak çiftçilik, entelektüeller etrafında yaşıyorsak okumak normaldir. Eğer 16 yaşındakilerin liseye, 20 yaşındakilerin ise üniversiteye gittiği bir dünyada yaşıyorsak bunlar yapılması gereken olağan şeylerdir. En kötü suç anormal olmaktır. Bu durum mutsuzluk ya da depresyondan daha kötüdür. Eğer hayatınızın normal bir döneminde 35 yaşında, evli, bir çocuklu, yıllık 70 bin doların üstünde geliri olan bir işiniz var ve iki yatak odalı bir evde, bir köpek ile bunalmış halde iseniz hiç kimse gerçekten sizi bu kadar umursamayacaktır. Çünkü sizin tarafınızdan tehdit edilmiş hissetmeyeceklerdir.
Elbette, mutlu olmanızı arzulayacaklar lakin normal olmanızı arzuladıkları ölçüde değil.
Eğer son derece gülünç bir biçimde mutlu olup bir hayli anormal olsaydınız yani 35 yaşında evli ve 13 çocuk sahibi ya da 35 yaşında yeryüzünde yersiz yurtsuz bir avare yahut 35 yaşında olup ve her altı ayda bir sıfırdan başlayıp bir de topluluk içinde dans etmeyi seviyorsanız muhtemelen ebeveynleriniz de dahil olmak üzere insanlar normal ve bunalımda olmanızdan çok daha fazla rahatsızlık duyacaklardır. Çok az şey anormal olmanın diğerlerini kendi normallikleriyle yüzleştirmesinden daha korkutucu olabilir. Eğitim, kariyer, tüketim ve hatta ilişki tercihleri pek çok insanın normal olmaya dair taşıdığı dürtünün arkasında yatan itici güçlerdir. Ancak normalabartılmış olduğu kadar kimi zaman keyfî ve hatta bireysel tabiatınıza aykırıdır. Ne anormal olmaya dair bilinçli teşebbüslerin bir çeşit çözüm olduğunu ne de normal olmaya yönelik bu itkinin ardında hiçbir mantıklı gerekçenin var olmadığını söyleyemem.
Eğer insanlarla bağ kurmak ve dostluklar oluşturmak istiyorsanız lüzum olan şey bir parça paylaşılan tecrübedir. Uzlaşmalar bir sebep sonucu doğarlar. Sorun şu ki özgü bir arzunun veya yararlı bir uzlaşının neye fayda sağladığını çoğu zaman sormayı bırakıyoruz ve bunun genel bir durum olmasından kaynaklandığını varsayıyoruz. Genel olan şey çoğunlukla tam olarak yanlış olan şeydir zira tanımlamaya göre genel değilsiniz. Siz yalnızca sizsiniz ve emsal teşkil etmemektesiniz.
Sarf ettiğiniz sözcükleri işitmek, size ait en iyi yaşam tecrübesine erişmek uğruna normal olma gayesiyle verdiğiniz gayreti görmenin en iyi yoludur. Hoşlanmadığınız halde dilinizin ucuna gelen “çünkü mecburdum” ifadesiyse şayet, bu dile gelen şey salt normallik dürtüsüdür. Sırf insanlar bir şeyi yapmadığınızdan ötürü sizin tuhaf biri olduğunuzu düşünecekler diye bir şeyler yapma zorunluluğunda değilsiniz.

Algılarımıza Dair

 


Algılarımıza Dair:

Algının Sınırları

Genellikle çevremizde olup bitenler hakkında derin bir farkındalığa sahip olduğumuzu düşünürüz. Etrafı
kavrayışımızın doğruluğu ve eksiksizliğine olan bu inancımız aslında oldukça doğaldır çünkü dünya ile ilgili algımız,
duyu organlarımızın da yardımı ile, oldukça zahmetsiz ve hızlı şekilde oluşur. Fakat insanlar da dahil olmak üzere
tüm canlılar dış dünyadan gelen uyaranları ancak belirli sınırlar dahilinde algılayabilir. Bu sınırları şekillendiren en
önemli faktör canlıların biyolojik yeterlilikleridir.
Canlı türlerinin dış dünyadan gelen çeşitli uyaranları fark edebilmelerini ve anlamlandırabilmelerini sağlayan
kendilerine özgü mekanizmaları vardır. Bu mekanizmalarının yapısındaki farklılıklar beraberinde türe özgü
biyolojik sınırlamaları getirir. Örneğin, insan gözünün sadece üç yüz atmış ila yedi yüz nanometreler arasında
dalga boyuna sahip elektromanyetik dalgaları, yani elektromanyetik spektrumumun binde birinden bile çok
daha küçük bir kısmını işleyebildiği bilinmektedir. Öte yandan yılanların bu aralıktaki ışınlara ek olarak, özellikle
gece karanlığında kızılötesi ışınları da görebildiğine ya da rengeyiklerinin avlanmak ve tehlikelerden korunabilmek
için kullandıkları bilgilerin önemli bir kısmının morötesi ışınlardan geldiğine dair çeşitli bulgular vardır.
Duyma ve koku alma becerilerimiz söz konusu olduğunda da durum pek farklı değildir. Ortalama bir insanın
duyabileceği ses frekansının üst sınırı yirmi bin Hertz iken yunuslar iki yüz bin Hertz’e kadar olan sesleri
duyabilirler. Daha yakınımızdan bir örnek arayacak olursak uzun yıllardır insanlar ile iç içe yaşamaya alışmış köpek
dostlarımızın önceden tanıtılmış kokuları ayırt etme becerisinin bizden yaklaşık yüz kat daha iyi olduğunu
görürüz. Ayrıca uzaktan gelen sesleri duyma konusunda da bizden yaklaşık dört kat daha başarılılardır.
Türler arasında olduğu kadar yüksek olmasa da aynı türün bireyleri arasında da dikkate değer biyolojik farklılıklar ile karşılaşılabilir. Örneğin, kadınların ortalama renk tonu ayırt etme becerileri erkeklere oranla çok daha gelişmiştir. Bu durumun avcı-toplayıcı toplumlarda kadın ve erkek arasındaki görev farklılığından kaynaklandığı düşünülmektedir. Kadınların toplayıcılık görevi, yakın tonlardaki yeşil yaprakları ya da birbirine benzer kırmızı meyveleri görüntülerine bakarak ayırt edebilme sorumluluğunu da beraberinde getirmiş ve muhtemelen bu durum kadınlara renk ayırt etme konusunda erkeklere oranla daha yüksek bir beceri kazandırmıştır.
Tüm bu örnekleri düşünürsek gün içinde karşılaştığımız uyaranların küçük bir kısmını fark edebilirken çok daha fazlasının varlığından bile haberdar olmadığımızı görebiliriz. Üstelik bu, sadece fiziksel uyaranlar için geçerli olan bir durum da değil. Bir olgu ya da durum hakkında düşünürken muhtemelen oldukça sınırlı bir bakış açısı ile değerlendirme yapar, sadece kendi penceremizden gördüklerimizi yorumlarız. Benzer şekilde, yaşama veya insana dair görüşlerimiz, bu konularda öne sürülmüş olan fikirlerin küçük bir bölümünü kapsar. Bu durumu biraz olsun değiştirerek hayata dair kavrayışımızı geliştirmek için yapabileceğimiz önemli şeylerden bir tanesi ise birbirimizi dinlemek ve anlamaya çalışmaktır.

Boş Zaman Üzerine



Boş Zaman Üzerine:

Boş Olan Zaman mıdır?

Zaman herkes tarafından bilinen ancak tanımlaması güç olan bir kavramdır. Geçmişten bu yana bilim, felsefe, din
ve edebi bilimler zamanın farklı tanımlarını yapmışlardır. Ancak günümüzde insan, zamanı tanımlamak ve
kullanmak adına hala zorluk çekmektedir. Fizikçiler, zamanı ‘geleceğin ilerleyişi’ olarak ifade etmektedirler. İnsan
beyni ise bu zamanı izleyebilmek ve takip edebilmek için gerekli donanıma sahiptir. Zaman, Antik dönemden
modern döneme dek birçok tartışmaya konu olmuş, çeşitli bilim dalları ile ilişkilendirilmiştir. İnsanoğlunun
zamanla olan ilişkisi çok yönlü olarak ele alınmış, zaman bir kavram olmaktan çok tarihi süreçleri geliştiren ve
yönlendiren bir araç olarak görülmüştür. Newton’a göre zaman durmaksızın tek yönde akarken; Einstein’a göre
zaman, olaylara anlam veren ve onları oluşlarına göre sıralayan bir boyuttur.
Peki sizi için zaman neyi ifade ediyor?
Endüstriyelleşmeyle birlikte ortaya çalışma zamanı ve çalışma dışı zaman ifadeleri çıkmıştır. Çalışma dışı zamanı
bireyler “Boş zaman” yani hiçbir zorunluluğunun olmadığı özgür zaman dilimi olarak ifade etmişlerdir.
Antik Yunan’ da boş zaman kavramına baktığımızda aylaklık edilen değil, estetik hazlar uyandıran ruhun
arındırılması amaç edinilen, insanın varlığı üzerine düşünüldüğü iyiliği, hakikati ve bilgi edinmeyi amaç edinen
zaman dilimidir. Boş zaman kavramının bir sorun olarak ele alındığı Antik Yunan’da Platon için ‘aşırı çalışmak
akılsızlıktır’ ve bu sav, kurmuş olduğu akademide öğrettiği ilk şeydir. Ona göre insanın gereğinden fazla çalışması,aşırı iş kaygısı, zenginlik, ün gibi hırsları insanın özgürlüğünün kısıtlanmasına ve doğasının gönüllü kölesi olmasına yol açmaktadır. Bununla birlikte çalışmanın yanı sıra aylaklığın da akılsızlık olduğunu ifade eden Platon’a göre boş zaman; aşırı uyumakla, aylaklıkla ya da eylemsizlikle geçirilecek serbest bir zaman değildir. Endüstriyelleşmeyle birlikte ise boş zaman dilimi yerini turizm, oyun, spor, eğlence ve dinlenmeye dayalı faaliyetlere bırakmıştır.
Eğitimli kişiyi müzik ve spor ile ilgilenmek için aktif boş zamana sahip kişi olarak değerlendiren Platon için felsefe yapmak, boş zamanı en iyi kullanmanın bir ölçütü ve insan olmanın zirvesidir. Valtonen’e göre ise zaman; “çalışma zamanı” ve “özgür zaman” olarak sınıflandırılmalıdır.
Boş zaman ifadesi insanları zamanı kullanmakla ilgili sorumluluklarından kurtarırken, özgür zaman ifadesi insanı, zaman birimiyle ve onu değerlendirmekle ilgili karar ve sorumluluk sahibi bir pozisyona yükselttiği de düşünülmektedir.
Boş vaktin toplumların özgürleşmesi, düşünsel derinleşmeden çok, kapitalizmin gerek duyduğu emek gücünü yeniden ikame etmek ve kapitalizmin yol açtığı yorgunluğun giderilmesi için kullanıldığı savındadırlar.
Haksız sayılmadıklarını çalışma dışında kalan zamanda, çalıştıkları süre içerisinde yaşadıkları yorgunluğu, stresi, yoğun sıradanlaşmış rutin iş hayatında kaybedilen enerjinin geri kazanılması, artan stresin azaltılması amaç edinildiği ortadadır.
Kapitalist sistem ile birlikte boş zaman antik yunandaki anlamını kaybedip, yerini tüketime dayalı bir sisteme bırakmıştır. Kapitalist sistem tüketimi bir ihtiyaç olarak göstermiş ve boş zaman aktivitesi haline getirmiştir.
Zaman bir yönüyle objektif bir yönüyle ise sübjektiftir. Kişi mutlu olduğu bir zaman dilimi içerisindeyken zamanın akışının ya da anlamının farkına varmayabilir bunun sebebi, zaman hızlandığında, beyin bir aralık içinde daha fazla olayı ayırt etmesidir. Bu yüzden eğlenceli zaman geçirdiğimizde zamanın çok hızlı geçtiğini hissederiz. Aynı kişi zor bir durumda olduğu zaman, olduğundan daha uzun gelebilir ve geçmeyebilir. Bundan dolayı kişilerin zamanı algılama ve yönlendirme durumu farklıdır.
“Boş” kelimesinin anlamı “içinde hiçbir şey barındırmayan” anlamını ifade etmektedir.
Peki “zaman” gerçekten boş mudur yoksa insan mı onun anlamını idrak edememiş, kıymetini bilememiştir?